12 Ekim 2008

Asmaların dansı

Asmaların Dansı
{Turgay Fişekçi}
yüreğimin tacına... tepeden tırnağa seninim
1
Bir Akdeniz Haziran'ında
Öğleye doğru.
Yalnızca kavaklar altında öten cırcırların sesi
-- Sıcaktan kaçın diyen sirenler --

Taş sofada
Güneşin yaktığı otların ve toprağın soluk kesen buğusu
Sırtları serin duvarlarda
Köşede yirmi taş oynayanlar:
Kız ergen gibi, oğlan daha kısa pantolonlu.

Kızın taşları süpüren eli
Oğlanın paçasından yavaşça süzülüyor içeri
Birazdan yüklük odasında
Her günkü oyunlar.

2
Yağmurlu günlerde seviş benimle
Kuşlar çinko damı gagalarken
Tenimin kokusunu değiştiren yağmurlarda

Sıcak öğlesonlarında seviş benimle
Buhurlar tüterken tenimden
Yanan toprağın buğusu soluğumken

Bahar günleri dereboylarında seviş benimle
Kestane saçlarında kelebekler asılıyken
Yaz geceleri kurumuş dere yataklarında
Sıcak kumlar yatağımız, söğütler çatımız, duvarımızken

Ne olursa olsun sabahları seviş benimle
Dinlehmişliğin gücü kaslarında
İçinde ne varsa dökmenin hazzıyla saran
Sonra ilk kez görür gibi algılaman için
Her sabah öylece bırakayım seni dünyaya

3
Kol kıvrımımdan öp beni
Tüylerimin arasında yollar açan dudaklarınla
Mavi damarlarımdan

Bileklerimden öp beni
Nabzımın tıpırtısı tavşan dudağını titretsin
Öpüşten bilezikler kollarımda

Parmaklarımın ucundan öp beni
Hokka ağzında kalemler
Neye dokunsam
Her şeyde ağzının sıcaklığı

Yüreğimden öp beni
Soyulmuş yumurtu beyazlığındaki etimden
Öpüşlerin yanıp geçen bir ışık değil
Uzun yazların güneşi gibi kalsın tenimde

4
Asma bahçelerde gezerken omzuna değen elim
kristal taneler gibi döküverir seni toprağa
Basma entarinin çıplak altı ter ter istek
Altımda canlı, bulunmaz bir yumuşaklık
sırtımı göğe dayayıp beni ezen
Memelerini ezerken, bacaklarını kıstığında
solumaların volkanik lavlar

Sen bitersin başlar asmalar
açıp kollarını dansetmeye
Neyimi beğenir bilmem
bırakmaz beni
Yeşil, filiz dudakları
Geniş yapraktan elleri
dönerken çevremde
sürünür boynuma
göğsüme
Sallar memelerini salkım salkım
Hangisi tatlı, bir de bundan em bakalım !

(Kuşkuluyum Yaşadığımdan / 1983)

14 Mayıs 2008

"Şizofrenik aşk"ların kılıfı...?

Şizofrenik aşkların ‘kılıfı’…?


Arzu ve aşk… Önce arzu vardır. Sonra aşk…

Aşık olunan her insan, aynı zamanda arzulanandır. Ama arzulanan her insan, aynı zamanda aşık olunan değildir. Arzulanmayan hiçbir insana aşık olunmaz. Arzulanan her insana da aşık…

Ancak arzu ile aşk arasında nesnesine yönelişleri ve ilişki kurma biçimleri açısından temel farklılıklar vardır.

Arzu, öncelikle yönelenin yöneldiği nesneyle, esas olarak iki tür ilişki kurma biçiminde kendini gösterir.

Bunlardan birincisi, ona sahip olma, onu kendinin kılma isteğidir. Bu isteğin şiddeti, arzulayanın arzuladığını, bir nesne olarak elde edip onu tüketmesine de, elde edemeyip kendini tüketmesine de, dahası hem kendini hem de nesnesi yok etmesine de yol açabilir.

İkincisi ise, nesnesini yüceltme, onu ulaşılmaz bir varlık olarak algılama ve anlamlandırma noktasında, yönelenin, kendini yöneldiğine nesne kılma ve ona hasretme biçiminde gerçekleşir.

Diğer yandan ise, arzu aşka da kapı aralayabilir. Bunun birincil koşulu, arzulayanın arzuladığınca arzulanmasıdır. İşte arzunun aşka dönüşmesini olanaklı kılabilecek olan ilişki burada belirir. Ancak bu yalnızca olanaklı bir ilişkidir. Aşk değil… Yaşanılırlık süresi ne olursa olsun aşk değildir daha…

Aşk; yönelenin yöneldiği nesneyi aynı zamanda bir özne olarak algılamasına dayanır ve birbirlerini birer özne/nesne olarak görüp algılayanların ilişkisinde ete kemiğe bürünüp arz-ı endam eyler. Düşünsel, duygusal ve bedensel boyutuyla bütünsel olarak yaşanır.

Bu ilişki, birbirlerini birer özne/nesne olarak gören, algılayan ve anlamlandıran iki insanın, bütünsel anlamda kendini diğerinde, diğerini ise kendinde var etme yönelişinde hayat bulur. Ki bu haliyle, belki de, eşitliğin yaşandığı yegâne gerçek ilişkidir.

Yönelenin yöneldiğini, salt nesne değil, aynı zamanda bir özne kabulüne dayanan bu ilişki, iki özne/nesnenin birbirlerini üretmelerini koşullandırır. Çünkü o, düşünselliği, duygusallığı ve bedenselliğiyle, teklifsiz, çıkarsız, ödünsüz ve çırılçıplak yaşanan gerçek bir ilişkidir.

Düşünselliğin ve karşısındakini özne olarak görüp algılıyor olmanın, yaşanan ilişkinin her anında var olması, bu ilişkinin şizofrenikleşmesine, platonikleşmesine set çeken temel koşuldur. Bundan dolayı hiçbir aşk ne platoniktir ne de şizofrenik… Keza ilahi de değildir.

Sözcüğün gerçek anlamında platonik olarak nitelenen ve adına “aşk” denilen hiçbir yöneliş aşk değildir. Ama platonik olarak “aşk” denilen her yöneliş ve yaşayış şizofreniktir. Keza “İlahi aşk” denilenler de dahildir buna… Çünkü her şizofrenik arzu yönelişi “ilahi aşk” olarak nitelenmese de, adına “ilahi aşk” denilen her yöneliş şizofreniktir.

Zaten arzulayanın arzuladığı karşısında yaşadığı, gerçekliğe uygun olmayan, bir bilinç yarılmasının ifadesi olan; ama makul, mantıklı ve anlamlı kılınarak meşru gösterilmek istenen her şizofrenik yönelişin yegâne kılıfıdır, “ilahi aşk” nitelemesi; “İlahi aşk” söylemi…

Oysa “ilahi aşk” söyleminin kendisi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Kendi inkarını kendinde taşıyan, kendini nakzeden bir söylemdir.

“İlahi aşk” söyleminin paradoksu…

“İlahi aşk” söylemi, öncelikle bir düşsel, düşünsel, “İlah”ı varsayar; daha doğrusu, “El-İlah”ı…

“El-İlah”ın varsayıldığı yerde, birileri ne denli düşünmemek için zorlasa da kendini, “El-İlahe” arz-ı endam eylemeye hazırdır zaten… Tarihsel olarak da hep yan yana olmuşlardır bunlar… Birincisi erildir, ikincisi dişil…

Ancak birilerinin inançsal kabul sınırlarını zorlamamak için, şimdilik, paranteze alıp düşselliğe düşünselliğe, yani zaten ait olduğu yere hapsediverelim “El-İlahe”yi… (Sakın kadının ikincil plana düşüşünün bir sonucu olmasın, “El-İlahe”nin yok sayılmaya başlaması ya da aksine, “El-İlahe”nin yok varlığa dönüştürülmesine dayanıyor olmasın kadının yüzyıllardır süren ikincilliği.) Zaten, ne arayanı var ne de soranı garibimin; yüzyıllardır sürgününde tekbaşına…? Ve dönelim “El-İlah”a…

Yazının daha ilk cümlesinde, “El-İlah”ın düşsel, düşünsel bir varlık olduğunu belirtmiş olsam da, “İlahi aşk” söyleminin, inancının peşinden gidenlere soracak olursak, bu varlık, yani “El-İlah”, düşünsel değil, gerçek varlıktır. Hiç değişmez, hep kendi kendiyle aynı kalır. Zamansız ve mekansızdır. Sonsuz ve sınırsızdır. Aslında tasavvur ettikleri bu haliyle bir yok varlıktır ya neyse… Platon’un aklına bereket… Nerdeyse, neleri varsa, Platon’a borçludurlar bu konuda. “Ödünç aldık” bile demeden kendilerinin kılıvermişlerdir onun varlık anlayışını... Teşekkür de etmemişlerdir üstelik…

Yeni Platoncu olarak kabul edilen Plotinos’un südur anlayışından da yararlanarak, Farabi, zorunlu varlık ve mümkün varlık anlayışıyla “El-İlah”ı akli anlamda temellendirmeye çalışmıştır. Ancak buna rağmen Farabi’yi, Antik Yunan felsefesinin etkisinde kabul ederek bir kenara itiverme yaklaşımı da yaygındır bu kesimlerde. Ama laf başı geldiğinde de, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtircesine, Farabi ve diğer felsefecilerle övünmekten geri durmazlar.

Neyse… “İlahi aşk” söylemiyle, nesnesi karşısında duyulan şiddetli arzudan kaynaklanan ve hallüsinasyonlaşan bilinç hallerinden bazılarını meşrulaştırma gayretkeşliği içerisine girenler, “El-İlah”ı gerçek varlık, asıl varlık olarak kabul ederler. Kökeni Platon’a kadar geriye uzanan bu anlayışa göre, değişen, zamanda ve mekanda varolan, başlangıcı ve sonu olan hiçbir varlık gerçek değildir.

İşte tam da bu noktada, sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın, sonsuz ve sınırsız, aynı zamanda her şeye kadir bir varlık olan “El-İlah”a düşünsel, duygusal ve bedensel olarak yönelişi ve kendini hasredişini “İlahi aşk” olarak niteliyorlar. Oysa daha baştan bir tenakuzla adım atıyorlar : Adlandırmak, ad vermek.

Ad, ister düşünsel olsun isterse gerçek, her daim nesne kılınana, nesneleştirilene verilir. Nesne kılınan, nesneleştirilen ise daima sınırlandırılmış olandır. Dahası, her nesne sıfatlarıyla vardır. Bu arzu yönelişinin karakteristiğine uygundur. Çünkü arzulanan, ne denli yüze ya da kutsal sıfatlar adfedilmiş olursa olsun, nesneleştirilmiş, sınırlandırılmış olandır.

Ama sonsuz ve sınırsız bir “El-İlah” tasavvuruna uygun değildir. Çünkü kendisine sıfatlar ve eylemler atfedilen her “El-İlah”, daha adlandırma aşamasından başlayarak, salt varolanlıktan çıkarılmış ve artık bir nesneye dönüştürülmüştür. Kim tarafından? Yanıtı belli sorunun : İNSAN.

Bu büyük harfle yazılan İNSAN, sonra bakmış ve düşünmüş ki, sıfatlar işleri karıştırmaktan, özellikle de küçük harfle yazılan insanın kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor, hatta bazıları muzipleşip olmadık şeylere yelteniveriyor. O zaman demiş ki, “sıfatları tadil eylenmiştir” artık “El-İlah”ın.


O andan beridir ki, “El-İlah”, düşünür ama beyinsizdir; duyar ama kulaksızdır; görür ama gözsüzdür; koku alır ama burunsuzdur; konuşur ama dilsizdir; yapar, yaratır, yakar, yıkar ama elsiz ve ayaksızdır; saçsız ve tüysüzdür, çünkü bedensiz ve kafasızdır; dahası ne erkek ne kadındır, düpedüz cinsiyetsizdir. O bu haliyle, bir yok-varlıktır.

İşte “İlahi aşk” yaşadığı söylenen insanlar, büyük harfle yazılan İNSAN’ın düşünsel, düşsel anlamda bile yok kılmaya çalışarak, yalnızca bir ada dönüştürdüğü “El-İlah”ı arzular. Onu kendinin kılamayacaklarına göre, kendilerini onun kılmaya yeltenirler. Birazcık kendini toparlayabilenleri bunların, “o her yerde ve her şeydedir” derler. “Her yer ve her şey” deyince işler karışıverir…

Ehh… Galileo ve G. Bruno’dan beri evren de sonsuz ve sınırsız kabul edildiğine ve salt madde olduğuna göre, “El-İlah”ın da gidebileceği başka bir yer kalmamıştır zaten. Bundan dolayı, “İlahi aşk”lara da rastlanmıyor artık günümüzde… Psikologlar, psikiyatristler ne güne duruyor ki… Çünkü ayan beyan adı belli bunun : Şizofreni…
(Yazan : Atalay GİRGİN)

01 Mayıs 2008

AŞK

AŞK... ?
Aşk...
Üç harften oluşan, kısacık bir sözcük dilimizde... Bu denli kısa olup da, söylendiğinde, okunduğunda ya da duyulduğunda insanın dikkatini çeken, içinde bir şeyleri kıpırdatan... Bu denli kısa olup da, uğrunda ölünen, öldürülen, kişiyi yemeden içmeden kesen ya da deli olunan bir durumu anlatan kaç sözcük vardır ki... Eğer aşk, salt bir sözcük olsaydı; yaşanan bir gerçekliğe delalet etmeseydi, bu kadar bizi ilgilendiren ve etkili bir kavram olabilir miydi ki...
Aşk her toplumda vardır ama yaşanış renkleri farklıdır. Bunların renklerini birbirinden ayıran ise, bireylerin içerisinde yaşadığı toplumsal, kültürel koşullar, bireylerin yetişme tarzları ve çocukluk yaşantıları, kişilik özellikleri, değerleri ve tercihleridir.
Tarihsel ve güncel anlamda, aşkın yüzlerce, binlerce tanımı yapılmıştır ve gelecekte de yenileri eklenecektir bunlara. Keza yine aşkı konu alan binlerle ifade edilecek şiirler, öyküler, romanlar yazılmış; oyunlar sahnelenmiş, türküler yakılmış, şarkılar söylenmiştir. Ressamlar, ellerinde fırçaları ve paletlerindeki renklerle, tuvale aksettirmeye yeltenmişlerdir onu.
Aşk, yalnızca sanatın ve edebiyatın farklı alanlarında değil, felsefede de işlenmiştir. Filozofların bazıları aşk’ı bir varlık olarak ele alıp, “aşk nedir” sorusunu yanıtlamaya, onun neliğini ortaya koymaya ve belirlemeye girişmişlerdir. Bunlardan bazıları makaleler yazmış, bazıları daha kapsamlı çalışmalar yapmıştır. Schopenhauer’in Aşkın Metafiziği, Afşar Timuçin’in Aşkın Diyalektiği, yine yaklaşık olarak aynı kapsamda değerlendirilebilecek olan Alain Finkielkraut’un Sevginin Bilgeliği, Herbert Marcuse’un Eros ve Uygarlık, Erich From’un Sevme Sanatı, bu çalışmalardan bazı örnekler olarak sayılabilir.
Bunların yanısıra, bilim alanından da, özellikle psikolog ve psikiyatristler aşk üzerine çalışmalar yapıp eserler ortaya koymuştur.
İster bilimsel, ister sanatsal, isterse felsefi anlamda ele alınsın, aşkı bir varlık, bir olgu olarak gören ve belirlemeye yönelen her girişimin temelinde, buna girişen bireyin, kendi öznel, deneyimleri ya da deneyimsizlikleri; anlamlandırmaları, yanılsamaları, hayalleri; içerisinde yaşadığı koşullardaki tercihlerini hem kendisi hem de diğerleri nezdinde meşrulaştırma çabaları vardır. Bu çaba, kendilerinin, yani öznelliklerinin paranteze alındığı, hatta, sanki hiç yokmuş gibi algılanmasına olanak veren genelleşen belirleme ve önermelerde bulur ifadesini... Yapılan tanımlarda daha da belirgindir bu özellik... Bundan dolayı yapılan her genelleme öznelliği aşma yada gizleme çabasıdır. Çünkü bilinmesini, sorgulanmasını, alenileşmesini istemez kendi yaşantısının...
Örneğin;
“Aşk şiddettir.”
“Aşk tutkudur.”
“Aşk iradedir.”
“Aşk iradesizliktir.”
“Aşk uysallıktır.”
“Aşk sahibine yaltaklanmaktır.”
“Aşk kediliktir.”
“Aşk ihanettir.”
“Aşk köpekliktir.”
“Aşk sadakattir.”

Tanımlarının/nitelemelerinin her birinde gizlenen bireysel yaşantılar ve bunlara dayanan öznel anlamlandırmalar vardır. Ancak tanımın/nitelemenin genelliğinden dolayı, bunları okuyanlar, bu tanımları verenlerin/yapanların bireyselliğini düşünmez bile... Oysa bu tanımlar, gerçekliğini esas olarak, tanımı yapanın, adına “aşk” dediği ilişkide bulur. Daha ötesinde değil... Acaba yaşanan gerçek bir aşk mıydı? Okuyan bilebilir mi ki bunu...
Aşk’ı varolana aşkın kılmaya çalışmanın anlamı da gereği de yoktur. Aşk metafizik bir şey olmadığı gibi, herhangi, sıradan denilebilecek bir şey de değildir.
Aşk ilişkidir.
Ne var ki her aşk, karşılıklı yaşanan gerçek bir ilişkiye dayanmadığı gibi, her ilişki de aşk değildir. Adına aşk denilen ilişki, diğer tüm insan ilişkilerinden farklıdır. Hem öznesi ve özne/nesnesi hem de yaşanışı açısından...
‘Aşk ilişkidir’ önermesi, “nedir” sorusuna genel bir yanıt olsa da, kendi başına açıklayıcı değil elbette. Bundan dolayı sorular sormak gerek yükleme. Aşk nasıl bir ilişkidir? Aşk neden bir ilişkidir? Bu ilişkiyi diğer insan ilişkilerinden ayırıcı ve ayrıcalıklı kılan nedir? Soruları çoğaltmak mümkün ama, gerek yok şimdilik...
Aşk, düşünsel, duygusal, bedensel boyutuyla, öznenin özne/nesnesini bütünsel anlamda fethetme ve onun tarafından fethedilme isteğine dayanan bir ilişkidir. Öznenin, özne/nesnesiyle buluşamadığı ya da özne/nesnenin idealleştirildiği yerde, gerçek, yaşanan bir aşk yoktur. Ki “platonik aşk” denilen ve giderek hastalıklı bir hal alan bu durumda gerçek bir aşktan değil, saplantılı bir bilinç halinden söz edilebilir yalnızca... Çünkü ortada ilişki yoktur. İlişkinin olmadığı yerde de aşk...
İnsanın hem en güçlü, hem de en zayıf olduğu ilişkidir aşk... Çünkü çırılçıplak yaşanır; düşünsel, duygusal ve bedensel boyutuyla... Teklifsiz, beklentisiz, çıkarsız ve ikircimsiz yaşanır. Ki orada, ne bir gonca gülün gölgesine yer vardır ne de bir kuş kanadının... Eğer bunlar, “acaba”, “ama”, “ancak” gibi sözcüklerle peydah olursa bir ilişkide, biline ki aşk sırra kadem basmıştır çoktan... Ve onun adı artık aşktan başka her şey olabilir... Ama asla aşk olamaz.
Yazan : Atalay GİRGİN